KESK: Sosyal Güvenlikte Dönüşümün Faturası Emekçilere, Halka Yıkılmıştır!

2006 yılında kabul edilen 5502 sayılı yasa ile Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı'nın birleştirilmesi sonucu oluşturulan Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) 4. Olağan Genel Kurulu bugün gerçekleştirildi.

Genel Kurula Konfederasyonumuz adına katılan Eş Genel Başkanımız Şaziye Köse,  sosyal güvenlik hakkının temel bir insan hakkı olduğunun altını çizerek Türkiye’de bugün gelinen noktada sosyal güvenliğin çağdaş ve evrensel değerlerini kısmen barındıran düzenlemelerinin bile rafa kaldırıldığını vurguladı.

Konuşmasında “Sosyal Güvenlik Reformu” ile yaşanan dönüşümün yol açtığı tahribata dikkat çeken Eş Genel Başkanımız, “IMF ve Dünya Bankası direktifleri ile gerçekleştirilen sosyal güvenlikteki dönüşümün yükü emekçi sınıfların,  yoksullaştırılmış halkın sırtına yıkılmıştır” dedi.   

Bugün sosyal güvenlik hakkından  ‘önce muhtaç et, sonra yardım dağıt’ politikası ile örtüşen “sosyal koruma” anlayışına geçildiğine dikkat çeken Eş Genel Başkanımız konuşmasını konfederasyonumuzun sosyal güvenlik ile ilgili temel taleplerimizi sıralayarak tamamladı.

Eş Genel Başkanımızın Sosyal Güvenlik Kurumu’nun 4. Olağan Genel Kurulunda Yaptığı Konuşmanın Tamamı Aşağıdadır.

Bugün 10 Aralık. Bilindiği üzere bundan tam 2 ay önce, 10 Ekim’de Ankara’da düzenleyicileri arasında konfederasyonumuzun da yer aldığı Emek, Barış, Demokrasi Mitingini hedef alan alçakça bir saldırı yaşadık. Cumhuriyet tarihinin en kanlı katliamı 22’si bağlı sendikalarımızın üyesi 9’u yönetici ve üyelerimizin yakını olmak üzere 31 kişinin de aralarında bulunduğu toplam 100 canımızı aramızdan aldı.

Ben sözlerime başlarken 10 Ekim katliamında hayatını kaybeden 100 canımızı bir kez daha saygı ve minnetle anıyorum. Onların uğruna hayatlarını verdikleri emek, barış ve demokrasi mücadelesini bedeli ne olursa olsun kararlılıkla sürdüreceğimizi ifade etmek istiyorum.

Sosyal Güvenlik Hakkı Temel Bir İnsan Hakkıdır!

10 Aralık tarihini tüm insanlık için ayrı bir önemi daha var.  Tüm insanların doğuştan hür ve eşit olduğu hakikati üzerine bina edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca 67 yıl önce bugün ilan edildi.

Hepimizin bildiği gibi sosyal güvenlik hakkı da başta İnsan Hakları Evrensel Bildirisi,  Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin”  Sözleşmesi başta olmak üzere pek çok belgede temel bir insan hakkı olarak düzenlenmiştir. 

Ancak bugün gelinen noktada Türkiye’de sosyal güvenliğin çağdaş ve evrensel değerlerini kısmen barındıran düzenlemeleri bile rafa kaldırılmıştır.

Biliyorsunuz, ‘reform’,‘değişim’,‘dönüşüm’ gibi kavramlar sihirli kavramlardır.  Daha 10 gün önce yapılan Kamu Personeli Danışma Kurulu toplantısında Sayın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı AKP hükümetleri döneminde yapılan reformları sıraladıktan sonra, artık ‘ardışık reformlara’ geçmeyi hedeflediklerini kaydetmiştir.

 

Çalışma Hayatında Yaşanan Dönüşümün Yüzü Sermayeye, Sırtı Emeğe Dönüktür!

Aslında ülkemizde çalışma hayatında yıllardır ‘ardışık reformlar’ zaten gerçekleştirilmektedir. Bu ‘ardışık’ reformlar sonucunda yaşanan dönüşüm bugün işçilerin kıdem tazminatını, kamu emekçilerin ise sınırlı iş güvencelerini hedef alır noktaya kadar gelmiştir.

Çalışma hayatımızda yaşadığımız dönüşümün temel özelliği yüzünün sermayeye sırtının ise bize yani emeğe dönük olmasıdır.

Elbette bu dönüşüm kaçınılmaz olarak sosyal güvenlik alanını da kapsamış, IMF ve Dünya Bankası direktifleri ile gerçekleştirilen sosyal güvenlikteki dönüşümün yükü emekçi sınıfların,  yoksullaştırılmış halkın sırtına yıkılmıştır. 

İşgücüne katılım oranının düşük, kayıt dışı istihdamın, işsizliğin ve eksik istihdamın boyutlarının çok yüksek olduğu bir ülkede gerçekler ters yüz edilerek sosyal güvenlik sistemine ayrılan kaynaklar enflâsyonun, işsizliğin ve gelir eşitsizliğinin sebebi gibi gösterilmiştir. İktidarların sistemin kaynaklarına müdahalesi ve yanlış kullanması ise bilerek görmezden gelinmiştir.

Sosyal Güvenlik Hakkından Sosyal Korumaya Geçilmiştir!

Çözüm sosyal devlet anlayışını adım adım terk ederek yeni liberal politikalara geçişte bulunurken 1999 yılında emeklilik yaşını kadınlar için 58 ve erkekler için 60 yaşına çıkartan 4447 sayılı Kanun yürürlüğe girmiştir. Koalisyon hükümeti döneminde bu yasaya muhalefet eden hatta TBMM’de zabıtlara geçen konuşmalarında yasayı, bizler gibi  ‘mezarda emeklilik’ olarak nitelendirenler 3 yıl sonra iktidara geldiklerinde  ‘dün dündür bugün de bugün’ siyasetine sığınmıştır.

5510 sayılı Kanunu’nda 2008 yılında yaptıkları değişikliklerle bu kez “Avrupa’da yok, hatta Afrika’da bile yok” dedikleri emeklilik yaşını hem erkeklerde hem de kadınlarda 65 yaşına,  prim ödeme zorunluluğunu ise 4(a) sigortalıları için 7200, 4 (b) sigortalıları için 9000 prim güne çıkarıldı.

Yine, emekli maaşları yıllık bağlanma oranları kademli olarak düşürülerek, Emekli Sandığına bağlı kamu emekçilerinin emekli maaşı bağlama oranı %3 ten, 2008-2016 arası dönem için %2,5 ‘e, 2016 sonrası için ise %2’ e düşürülmüştür. Yani 2016 yılından sonra kamu emekçilerinin emekliliklerinde çalışırken aldıkları maaşın ancak yarısını alabilecekleri bir düzenleme yapılmıştır. 

Yaşanan dönüşümün sonucunda “Bir ülkede yaşayanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin, toplumun bütün fertlerinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda, kişilerin bugünlerini ve yarınlarını güvence altına almayı hedefleyen sistemler bütünü” olarak tanımlanan sosyal güvenlik hakkından  ‘önce muhtaç et, sonra yardım dağıt’ politikası ile örtüşen “sosyal koruma” anlayışına geçilmiştir.

 

Hizmetler Özel Sigorta Şirketlerine Yönlendirildi!

Hâkim anlayış, toplumsal gereksinimlerin asgari düzeyde karşılanmasını yeterli görerek, bütçeden kaynak aktarmaksızın kayıtlı kesim üzerinden sağlanan kaynakla yönetimin sağlanması üzerine kurulmuştur

Bunun için Türkiye’de baştan aşağıya yeniden yapılandırılan sosyal güvenlik kurumlarının vermesi gereken hizmetler, özel sigorta şirketlerine yönlendirilmiştir.

Devletin bu alandan yavaş yavaş çekilmesiyle sosyal güvenliği büyük ölçüde “piyasaya” terk edilmektedir.  Kamu emeklilik sisteminin işlevsizleştirilmesi ile yeni özel emeklilik sistemlerinin kurulması, kamusal emeklilik fonlarının bireysel emeklilik şirketleri aracılığıyla mali piyasalara devredilmesi,  Dünya Bankası talimatları ile sürdürülmektedir.

Sosyal Güvenlik ve sağlıkla ilgili değişikliklerin tartışılmaya başlandığı ilk günden bu yana bireysel emeklilik sistemindeki muazzam büyümeye bakılırsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

2006 yılında katılımcı sayısı 1 milyon olan Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)  2012'de 3 milyona ulaşmıştır.  Devlet katkısı uygulamasının başladığı 2013 yılından itibaren sistemin katılımcı sayısı daha da aratarak bugün 5,8 milyon katılımcı sayısına ve devlet katkısı dahil 47 milyar lira fon büyüklüğüne ulaşmıştır. 11 şirketle başlayan sistem bugün 19’a ulaşmıştır. Sistem kurulduğunda yabancı sermayenin oranı yüzde 15 iken bugün yüzde 70'lerin üzerine ulaşması; 2008 reformunun reçetesini yazan Dünya Bankası’nın sosyal güvenlik hakkını küresel sermayeye teslim etme hedefinde aldığı yolu göstermesi açısından manidardır.  

Aynı paralelde ülkemizde “sağlıkta dönüşüm” programının bir ürünü olarak ortaya çıkan Kamu Hastane Birlikleri hastanelerin bir ticarethaneye dönüştürülmesini sağlarken, özel muayenehane ve sözleşmeli personel esasına dayanan Aile Hekimliği de bu kapsamda atılan önemli piyasacı hamlelerden birini oluşturmuştur.

İş Cinayetleri Toplu Katliama Dönüşürken Milletvekilliği “Ağır Ve Çok Tehlikeli” İş Sınıfına Alındı!

Bu temel düzenlemelerin yanı sıra sosyal güvenlik alanından o kadar çok değişiklik yapılmıştır ki,  bunları 5 -10 dakikalık bir konuşmaya sığdırmak imkânsızdır.

Bunların en çarpıcılarından birisi 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 41. Maddesinde 10/1/2013 tarihinde yapılan değişiklikle yaşanmıştır. Söz konusu değişiklikle milletvekilliği “ağır ve çok tehlikeli” iş sınıfına alınmıştır.

15 olan çok tehlikeli bulduğu işyeri ve iş kolu sayısını 18’e çıkaran değişiklikle 18. tehlikeli işyeri ve iş kolu “Türkiye Büyük Millet Meclisi” olarak belirlenmiştir. Yasaya göre “Zararlandırıcı etkiye tabi olarak çalıştığı kabul edilenler”, “Yasama organı üyeleri ile dışarıdan atanan bakanlar” olarak belirlenmiştir.

Yani milletvekilliğinin, kurşun ve arsenik işlerinde çalışanlardan, cam fabrikası ve atölyelerinde çalışanlardan, çimento fabrikalarında çalışanlardan, kok fabrikalarıyla termik santrallerde çalışanlardan, alüminyum fabrikalarında çalışanlardan, döküm fabrikalarında çalışanlardan, itfaiye veya yangın söndürme işlerinde çalışanlardan daha tehlikeli bir iş olduğuna karar verilmiştir. Üstelik Milletvekilliğinin tehlikeli iş kolları arasında sayılmasıyla da yetinilmemiştir. Tüm bu sıralanan işyerleri için sigortalılık süresine getirilen ek süre 60 gün olarak belirlenirken, milletvekilliği için bu süre 90 gün olarak belirlenmiştir.

Zehirli, boğucu, gazlarla, tozlarla kimyasallarla yüz yüze çalışmasına rağmen yasada sayılan iş kollarına girmeyen yüz binlerce işçinin yaptığı iş milletvekilleri kadar dikkate alınacak bir risk olarak görülmemiştir.  Sadece sermayenin, patronların karı uğruna yılda ortalama 1.500 işçinin iş cinayetlerine kurban verdiği bir ülkede milletvekilliğinin ‘Ağır ve Çok Tehlikeli’ iş  koluna alınması bir utançtır.

 

Kamu Emekçileri İş Kazası Ve Meslek Hastalığı Sigortası Hakkından Yararlanamıyor!

Milletvekilliği  “ağır ve çok tehlikeli” iş sınıfına alınıp, milletvekillerine yıpranma payından yararlanma hakkı tanınırken 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu kapsamına alınan kamu emekçileri iş kazası ve meslek hastalığı sigortası hakkından yararlanamamaktadır.

Çünkü 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’un 188. Maddesinde  “kaza ve mesleki hastalık halleri” tanımlanmaktadır. Ancak mağdur olanlar haklarını kanunun çıktığı günden bugüne alamamaktadır.  İşveren yani devlet kamu emekçileri için özel sigorta yasası çıkarmadığı ve adlarına prim ödemediği için iş kazası geçirdiklerinde “kaza”, meslek hastalığı geçirdiklerinde ise  “hastalık” olarak kabul edilmektedirler.

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanununda ise kamu emekçileri Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınmıştır. Ancak iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamına alınmamıştır. Bu nedenle kamu emekçilerinin sosyal güvenlik sisteminde de “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası hakkı” bulunmamaktadır.

SSGSS Kanunu gereğince; çalışanlar ve devlet emekliliğe esas aylık tutar üzerinden   kısa ve uzun vadeli sigorta primi ödemektedir.  Ancak, tüm sigortalılar için işveren olan adına devlet tarafından ödenmesi gereken, iş riskine göre değişen oranlardaki (%1–6,5) “iş kazası ve meslek hastalığı primi” kamu emekçileri adına ödenmemektedir.  Özetle Devlet kamu emekçilerinin sağlığı ve güvenliği üzerinden tasarruf(!) etmektedir.

Yanlış tespitlere dayanan gerekçelendirme ile başlanan dönüşümün faturası emekçilere, halka yıkıldığı bugün çok daha olarak görülmektedir. 

Hükümet 2006 yılında Gayri Safi Hasılanın %2,26’sı olan ‘sosyal güvenlik açığının’ bugün %0,76 ya inmesi ile övünmektedir. Ancak sağlıkta 14 kalemde alınan katkı-katılım payları başta olmak üzere sosyal güvenlik ve sağlık harcamalarını yıllardır halkın sırtına yıkan politikalardan, bu politikalar nedeni ile devletin sosyal güvenlik harcamalarındaki payının düşmesinden elbette ki bahsetmemektedir.

Ardan geçen süre zarfında sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinin krize girmesinin iddia edildiği gibi “yaş sınırları”dan,  “prim gün sayısı”nın düşük olmasından kaynaklanmadığı ortaya çıkmıştır.  Çalışma düzeninin esnekleştirilmesi,  çalışma ilişkilerinde kuralsızlığın egemen olması sosyal güvenlik sistemini çöküşe götüren yolu açmıştır. Aradan geçen zamana rağmen sosyal güvenlik sistemini besleyecek en önemli finansman ayağı kayıt dışı istihdam ve düşük oranlı işgücüne katılım oranı ile zayıflığını korumaktadır.

2014 yılının sonunda bağlı sendikamız Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası’nın geçtiğimiz yıl kazandığı dava kamu emekçilerine kısmen de olsa nefes aldırmıştır.

Bilindiği üzere söz konusu davaya kadar kamu emekçileri kaç yıllık hizmetleri olursa olsun, en fazla 30 yıl hizmet üzerinden emekli ikramiyesi alabiliyordu. Yani 30 yılın üzerindeki hizmetleri için kendilerine herhangi bir ödeme yapılmadığı için kamu emekçileri Anayasamızda da açıkça yasaklanan angarya durumunu yaşıyordu. Anayasa Mahkemesine taşınan dava sonucunda emekli ikramiyesinin ödenmesinde 30 yıl sınırı ortadan kalkmış ve kamu emekçileri çalıştıkları sürenin tamamı üzerinden emekli ikramiyesi almaya hak kazanmıştır. Ancak Anayasa Mahkemesi bu hakkı sadece kararının yürürlüğe girmesinden sonra, yani 7 Ocak 2015 tarihinden sonra emekli olanlara sınırlamıştır.  Bu önemli kararın 7 Ocak 2015 tarihinden önce emekli olanları da kapsaması için hukuk mücadelemiz sürüyor. Emsal teşkil edecek davalar kazanmaya devam ediyoruz.  Eninde sonunda bu haksızlığı, hukuksuzluğu ortadan kaldıracağız.

7 Milyona Borç Çıkaran GSS’nin Olduğu Bir Ülkede Sosyal Güvenlikten Bahsedilebilir mi?

Bugün Sosyal Güvenliğin kapsamının genişlediği iddia edilmektedir. SGK istatistiklerine göre 76 Milyon nüfusun Gelir testi yaptıranlar dahil 73 Milyonu Sosyal Güvenlik kapsamındadır.

Peki, bu 73 milyonun tamamının sağlık hizmetinden eşit ölçüde faydalandığı söylenebilir mi?  1 Ocak 2012’de başlanan zorunlu GSS uygulaması ile işsiz, yardıma muhtaç ve öğrencilerden oluşan 7 milyon kişiye borç çıkarılan bir ülkede bu mümkün müdür?

Gelir testlerinin bir fakirlik yarışı haline getirildiği,  asgari ücretin 1/3 nin altında geliri olduğunu ispatlamaya çalışan 7 milyonun olduğu bir ülkede bu mümkün mü?

Zorunlu GSS ile neredeyse her evde bir işsizin, işten atılanın, okulu bitenin olduğu ülkemizde halkın sırtına ilave bir sağlık vergisi yüklenmiştir. Bugünün rakamları ile asgari 50,94 TL ödemek zorunda bırakılan bu en yoksul, en sağlıksız halk kesimleri elektrik, su faturası öder gibi prim ödemeye zorlanmaktadır.  Gerçek bir sosyal güvenlik sisteminde mükellef olmamaları gereken bir borç yüklenen milyonlardan gecikme cezasının ve faizlerin silinmesi ile yetinmesi beklenmektedir.

Yapılandırma yapsa dahi vatandaşın peşin olarak bu borcu ödeyemeyeceği, faiziyle 18 taksit imkanından yararlansa 2 ayını ödemediğinde yine yapılandırmanın bozulacağı göz önüne alındığında yapılan af mıdır yoksa ceza mıdır?

Artık zorunlu GSS sisteminin prim borçları nedeniyle çöktüğü yürümediği görülmelidir. İddia edildiği gibi herkesi değil, parası olanı kapsam altına almış, parası olmayanı borçlandırmıştır; en yoksullar, en sağlıksız kesimi sağlık sistemi dışına itmiştir. 

Nitekim 2013 SGK Sayıştay Raporunda “gecikme faizi hariç 8,5 Milyar civarın GSS Prim borcunun tahakkuk ettirildiğini, üstelik 1 Milyon 240 Bin kişiye çalıştığı halde tahakkuk yapıldığı, tahakkuk edilen tutarların % 96,6 sının tahsil edilmediği, GSS tescili yapılan kişilerin % 98.8nin kuruma borçlu olduğu ve kurumun bu borçların tahsili için yasal takibat yapmadığı, henüz 2. Yılında olan uygulamanın sürdürülebilirliğinin risk altında olduğu” belirtilmiştir.  Bugün bu rakamların % 50 daha fazla olduğu tahmin etmek zor değildir. 

Öte yandan genç nüfusta işsizlik oranının % 20.7’ye yükseldiği, kayıt dışı istihdam oranının % 35’lerde olduğu bir ülkede sosyal güvenlik şemsiyesinin genişlediğini iddia etmek zaten mümkün değildir. Yıllardır aralarına katılmaya çalıştığımız Avrupa Birliği ülkelerinde sosyal güvenlik açıkları Gayri Safi Hâsılalarının ortalama yüzde 16 sı civarında iken bu oran Türkiye’de  %2,26 oranından %0,76’ya inmiştir. Buna rağmen bunu da aşağı çekmemenin yolları aranmaktadır. Sosyal devlet olmanın gereği olarak bütçeden ayrılan, AB ülkelerine kıyasla bu sınırlı rakamlar bile hala “açık” ya da  “kara delik” olarak nitelendirilmektedir.

Bütçeden Sosyal Güvenliğe Ayrılan Pay Yurttaşlara Değil, Patronlara…

Bütçeden sosyal güvenliğe ayrılan ve haksız bir şekilde “kara delik” olarak nitelenen bu kaynakların SGK ve İşsizlik Sigortası kapsamındaki 70 milyon yurttaşın ihtiyaçlarının karşılanması için ayrılması germektedir. Ne yazık ki bugün bütçeden aktarılan sınırlı kaynağın yurttaşların ihtiyaçları için kullanılması amacından gittikçe uzaklaşılan bir tablo ile karşı karşıyayız.

İşsizlik fonunda bugüne kadar 14 yılda toplanan kaynağın sadece 9 milyar TL si işsizler için kullanılmışken patronlara prim indirimi adı altında 25 milyar TL aktarılmıştır. Buna rağmen işverenler bugün 1.300 TL olması beklenen asgari ücretin enflasyonu aşan oranının işsizlik fonundan karşılanmasını talep edebilmektedir.

Öte yandan Sosyal Güvenlik Sisteminde dönüşüm kapsamında sağlık harcamalarındaki artış, bir başarı öyküsü olarak kamuoyuna sunulmaktadır. Ancak bu harcamaların en büyük kaleminin ilaç şirketlerine, özel hastanelere, taşeron şirketlere yapıldığı bilinmektedir.

Sağlık Harcamaları İçin Cebimizden Çıkan Para Beş Yılda İkiye Katlandı! 

Koruyucu sağlık hizmetlerine ve halk sağlığına yönelik politikaların rafa kaldırıldığı “sağlıkta dönüşüm” sürecinde, sağlık harcamalarındaki artış, daha maliyetli olan tedavi edici sağlık hizmetlerine aktarılmaktadır. Tedavinin her aşamasında cepten ödemenin önü açılmış,  sağlık hak olmaktan tamamen çıkarılmış, “satın alınan bir hizmete” dönüştürülmüştür. Halkın sağlık harcamaları için cepten yaptığı ödeme 2009 yılında 8,1 milyar lira iken 2014 yılında yaklaşık iki katına çıkmıştır.

Sağlığın piyasalaştırılması sürecinin bir diğer ayağı da kuşkusuz sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesidir. Taşeron işçi çalıştırma, yasal mevzuat değişikliği ile sağlık alanında da yaygın bir hale getirilmiş, güvencesiz ve esnekliğin yanında asgari ücrete dayanan bu işçilerin sayısı bugün itibari ile Üniversite hastaneleri hariç 160 bine yükselmiştir. Ayrıca IMF programları gölgesinde geçen 10 yıllık süreçte IMF’ye yeni kadro açılmamasına yönelik verilen taahhütler sayesinde sözleşmeli çalışan sayısı arttırılmıştır.

En son güncel veriler dikkate alındığında OECD ülkelerinin ortalama kişi başı sağlık harcamaları, Türkiye’nin iki katının da üzerindedir. Sağlık harcamaları alt kalemleri ile incelendiğinde ise 2015 bütçesinden ayrılan yüzde 4,4’lük payın sadece yüzde 0,58’lik kısmının koruyucu hizmetlere yönlendirildiği görülmektedir.

Yaşanan Sorunlar SGK Personelinin Çalışma Şartlarına da Yansıyor!

Bilindiği gibi 16 Mayıs 2006 Tarihinde kabul edilen 5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile Sosyal Sigortalar Kurumu, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı birleştirilmiştir. Bu birleştirme ile birlikte Sosyal Güvenlik Kurumu oluşturulmuştur. Ancak aradan geçen bunca zamana rağmen ne mevzuatta ne de işleyişte yeterince birlikteliğin sağlandığını söylemek mümkün değildir.

Ortaya çıkan bu tablo kaçınılmaz olarak SGK personelinin çalışma şartlarına da yansımaktadır.

Sayıştay raporları bugün SGK’da istihdamın en az iki katına çıkarılması gerektiğini ortaya koymasına rağmen az personelle çok iş yapma mantığından ısrarla vazgeçilmemektedir. Üç Kurumun birleşmesi sonrası yaşanan personel hak kayıpları ile diğer kurumlardan düşük bir gelir grubuna giren SGK emekçileri sürekli başka kurumlara geçmek istemektedir.

Eksilen personelin yerine yeni personel alınmaması iş yükünü sürekli artırmakta, vasıfsız personel tarafından yürütülen asli kamu hizmeti kurumun verdiği hizmetin de aksamasını beraberinde getirmektedir. 

Kurum başkanlığı merkezlerde yaşanan iş yoğunluğu ve vatandaşların hizmete daha kolay ulaşabilmelerini sağlama gerekçesi ile yeni merkezler açmıştır. Fakat yeni açılan bu merkezlere yeni personel alma yerine mevcut çalışanlar bir merkezden diğerine tayin edilmekte ya da geçici olarak görevlendirilmektedir. Dolayısıyla bu durum yeni sorunları da beraberinde getirmektedir.  

Unvan yükseltme ve görevlendirmelerde liyakat ve kariyer rafa kaldırılmış kadrolaşma Kurum genelinde yaygın bir hale gelmiştir Merkez Müdürü ve Müdür Yardımcısı kadrolarına kıdem ve liyakat esasına bakılmaksızın, hiçbir sınava tabi tutulmadan halen yapılan vekâleten atamaların sürekli değişen görevde yükselme yönetmelikleriyle asaleten atamalara dönüştürülmektedir. Unvan Yükseltme ve görevlendirmelerde sendika ayrımı yapılmakta, sürekli değişen görevde yükselme yönetmelikleri ile Kurum çalışanlarının görevde yükselmeleri imkânsız hale getirilmektedir.

Eşit işe eşit ücret adı altında çıkarılan 666 sayılı kanun hükmünde kararname ile eşit işe eşit ücret vermek şöyle dursun sosyal güvenlik kurumu çalışanlarının ücretlerinde kayıplar oluşmuştur.  Yine bilindiği gibi 14.01.2012 tarihinde hükümleri uygulanmaya başlanan 666 sayılı KHK nedeniyle SGK çalışanlarının yılda iki defa aldığı asgari ücret tutarındaki ikramiye ödemeleri iptal edilmiştir. Ancak ikramiye 01.01.2012 tarihinden itibaren tahakkuk ettiği için Ocak 2012 ikramiyesi tüm SGK çalışanlarına ödenmiştir.

Temmuz 2012 ve Ocak 2013 ayı ikramiyeleri sadece Rehberlik ve Teftiş Başkanlığında çalışan müfettişlere ödenmiş ve yine Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı İnsan Kaynakları Daire Başkanlığı tarafından yayınlanan 20.01.2014 tarih ve 1.044.645 sayılı e-posta ile “666 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (II) ve (III) sayılı cetvellerde yer alan personelden anılan Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğü girdiği tarihten önce yürürlükte bulunan mevzuat hükümlerine göre ödeme yapılan personele, 2014 yılının birinci ikramiyesinin Ocak ayı başında ödenmesi, Başkanlık Makamınca 27.12.2013 tarihli ve 5036453 sayılı olurları ile uygun görülmüştür.” denmektedir.

666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek ödemeleri düzenleyen (kaldıran) maddeleri Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ve çalışanlarca İdare Mahkemelerinde açılan davalarda da ikramiye ödemelerinin yapılması yönünde verilen Yargı Kararları yok sayılarak yukarda bahsi geçen ikramiyelerin sadece Rehberlik ve Teftiş Başkanlığında çalışan müfettişlere ödenmiş olması Anayasa’nın eşitlik ilkesi ile ve hiçbir hakkaniyet ölçüsüyle bağdaşmadığı gibi SGK kurumunca verilen hizmetin bir bütün halinde değerlendirilmediğini de göstermektedir. Bu gerekçelerle SGK çalışanları daha fazla mağdur edilmeden, hiçbir ayrım yapılmaksızın ikramiyeler tüm çalışanlara ödenmelidir.

Kuşkusuz sosyal güvenlik ve sağlık sisteminde yapılmak istenenleri sadece kendi içinde, çalışma yaşamının diğer alanlarında yaşanan değişimlerden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, bugün sosyal güvenlik ve sağlık hakkının, yakın gelecekte iş güvencesi ve kıdem tazminatının hedefe konması, son yıllarda istihdam biçimlerinde yaşanan esnekleşmenin, kuralsızlık ve kayıt dışılığın görünen sonuçları olduğu açıktır. 

 

KESK olarak sosyal güvenlik ile ilgili temel taleplerimizi sıralayarak sözlerime son vermek istiyorum.

  • Kamusal bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi kurulmalıdır. Bunun için SSGSS yasası iptal edilmeli, uygulamaları derhal durdurulmalıdır.
  • SSGSS yasası yerine sosyal, dayanışma esaslı bir sosyal güvenlik yasası çıkarılmalı, emeklilik yaşı, prim gün sayısı azaltılmalıdır.
  • Sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıklarının bedeli yoksul halk kesimlerine ödettirilmemelidir. Burada yapılması gereken, sermayenin vergilendirilmesi, işsiz ve yoksul kalan yığınlara yurttaşlık gelirinin sağlanmasıdır.
  • İşsizler ve yoksullar başta olmak üzere temel insani gereksinimler ücretsiz karşılanmalı, sağlığı etkileyen tüm toplumsal koşullar iyileştirilmeli; beslenme, barınma, hijyenik su, eğitim, sağlık… vb. haklar ücretsiz sağlanmalıdır.
  • Kayıt dışı çalışma mutlaka engellenmeli, çalışanlar yığını derhal sağlık ve sosyal güvenlik kapsamına alınmalıdır.
  • Genel Sağlık Sigortası yerine sağlık hizmetleri vergilerden finanse edilmeli, kamudan özele kaynak aktarımı durdurulmalıdır.
  • Özel sektör teşvikleri durdurulmalı, kamusal kaynaklar sağlık alanındaki kamusal yatırımlara yönlendirilmeli ve kamulaştırma esas alınmalıdır.
  • Aile hekimliği uygulamalarından vazgeçilmeli, yerine koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen kent örgütlenmesi güçlendirilmiş birinci basamak yaratılmalı, hizmetin hiçbir aşamasında ücret talep edilmemelidir.
  • Aşı ve ilaçta küresel tekellere bağımlılık azaltılmalı, toplumsal ihtiyaçlara uygun, bilimsel yatırımlar yapılmalıdır.
  • Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin parçalı, esnek, güvencesiz, kadrosuz, farklı statülerde istihdamına son verilmeli, kadrolu güvenceli çalışma sağlanmalıdır.
  • Ücret adaletsizliği giderilmeli, ek ödemeler temel ücrete yansıtılmalıdır.

KESK olarak işçilerin, kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını ve geleceğini olumsuz etkileyecek her adımın,  “reform” adı altında başta iş güvencemiz olmak üzere haklarımızın tasfiye edilmesinin karşısında olmaya devam edeceğimizin bilinmesini istiyor, hepinize tekrar saygılar sunuyorum.